Kalender Topalcengiz Dede 

 

1 Mart 2004 Pazartesi günü (On Muharrem/Aşure Günü), 79 yaşında vefat eden Kalender Topalcengiz; Ünlü Alevi Halk Ozanı Teslim Abdal’ın şiirleriyle birlikte, kendi yöresinde yetişen ozanların şiirlerini de derleyen, kendi ocağı ve Alevi inancıyla ilgili çeşitli araştırmaları da olan, uzun yıllardan beri cemler yürüterek gönüller fetheden, birbirinden güzel şiirler yazan, Malatya’da çok sevilen bir insandı. 

 

Battalgazi İlçesi’ndeki Zeynel Abidin Ziyareti sırasında, kısa bir süre halka hitap ettikten sonra, kalp krizi geçirerek vefat eden Kalender Toplcengiz, 2 Mart Salı günü doğum yeri olan Elazığ’ın Baskil İlçesi’ne bağlı Tabanbükü (Şeyh Hasan) Köyü’nde toprağa verilmiştir. 

 

Alevi dedeleri arasında kendine ait özel bir kimlik ve kişilik geliştirebilen, tüm toplumca sevilen, üretici, yaratıcı, hoşsohbet çok renkli simalardan birisi de Kalender Topalcengiz’dir.

 

Sadece Alevi Yolu’na değil aynı zamanda, tüm insanlığın birleştiği turablık, alçakgönüllülük, hoşgörülük yoluna kendini adamış gerçek bir inanç önderiydi.

Geçimini ölene kadar kendi emek gücüyle sağlayan Kalender Topalcengiz, doğduğu köydeki büyük türbelerin baraj altında kalma tehlikesine karşı büyük bir mücadele vererek bu tarihi yapıları, türbeleri, mezar taşlarını kurtarma konusunda öncü olmuştur.

 

Atalar Ruhu’na yürüyen ruhu, ocak atalarının bulunduğu sonsuz istirahatkahında huzur bulsun, diyoruz. Söyleşimiz sonunda şiirlerini de değerlendirerek vefa borcumuzu ödemeye çalışıyoruz. 

 

Bize kendinizi nasıl tanıtırsınız? Kaç yılında, nerede doğdunuz? Nasıl bir ortamda büyüdünüz? Çocukluğunuzda nelerle karşılaştınız? 

 

Teşekkür ederim, Ayhan Bey. Ben, birliği, beraberliği, bu memleketin acısını, tatlısını paylaşmak üzere, bütün topluma sesleniyorum: Dinimiz bir, kitabımız bir, vatanımız bir, bayrağımız bir, ordumuz bir, toprağımız bir. Bu memlekette kavgaya değil, sevgiye, birliğe, güzelliğe gerek var. Her türlü davayı kavgayla değil, karşılıklı konuşup anlaşarak çözmekte fayda var. 

 

Ben bir buçuk yaşımda pederi, yedi yaşımda annemi kaybettim. Çocukluğumu yaşayamadım. Çünkü anne-baba şefkatinden yoksundum. Gençliğimi de yaşayamadım. Akranım olacak kimsem yoktu. Bileğimin kuvvetine dayanarak çalışmaya başladım. Kendimi toparladıktan sonra, şunu amaç edindim: Akranlarım yerine yaşlılar meclisine yöneldim. 

 

O zamanlar köy odaları vardı. Köy odalarında ilim sahipleri vardı. Konuştuklarında sözleri insanların kemiklerini titreten, bilgi, birikim sahibi, nur cemalli dedeler vardı. Benim de yaşım kemale erdi. Bu millet eğer sağlığımızda bizden bir şeyler alır, bir şeyler öğrenecek olursa, bu ileride çok büyük yararlar sağlar. 

 

Ben, yaşlılar cemiyetinde konuşulan konuşmaları hep not aldım. Olur ki bunlar bir gün lâzım olur, diye. Şimdiki duruma geleceğim, aklımın ucundan geçmezdi. 50 yıllık birikimim oldu. 

 

1944’de evlendim. Eşim, 9 ay kaldı çocuk eşiğinde, vefat etti. Yine dalsız, kolsuz kaldım. Askere gittim. 36 ay askerlik yaptım. Döndükten sonra, bir amcazademin kızıyla evlendim. Ondan 4 çocuğum oldu; 3 kız 1 oğlan. Onlar da yuvadan uçtular. Herkes eşini, işini, evini buldu. Şimdi biz karı koca, hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz.

 

Neslimiz, Celal Abbas kolundan gelir. 

 

Celal Abbas’ın oğlu Ahmet Tuğbi Yesevi değil, Ahmet’tir. Yesi Hükümdarı çok sevdiğinden, der ki, “Sultanım, isminin kıyamete kadar benimle söylenmesini talep ederim.” Bu, DİVÂN-I HİKMET’te açıktır. “Nasıl olacak?” O da Yesi hükümdarına der ki; “Öyleyse ismimi Ahmet Yesevi söyleteyim. Senin ismin de benimkiyle, kıyamete kadar devam etsin”. Yesevi ismi oradan başlar. Miladi 673’te Horasan’ın Nişabur şehrinden çıkar. 

 

Türk boyları, oba oba göçerek, Anadolu’yu kurmaya çalışırlar. Arkasından Hacı Bektaş Veli gelir. Erzincan’ın Molla Köyüne bir tekke yapar. Tekke, günümüzde de ayaktadır ve hâlâ kurbanlar kesilir. Bir müddet orada kaldıktan sonra, kışa, soğuğa dayanamayarak, Fırat nehrini müteakip gelir, 683’de Şeyh Hasan kurar. Kardeşi Hasan’ın çocuğu olmadığı için. “Benim halim ne olacak?” der. O da der ki, “Köyü senin adınla söyleteceğim, kardeş. Köyün ismi Şah Hasan olsun.” Miladi 683’den beri köyümüz, Şah Hasan Köyü olarak anılır. 27 Mayısta köyün ismi değiştirildi. Bu sene, belgeleri toplayarak Elazığ Valiliğine gittim “Köyümün isminin tekrar iade edilmesi” diye dilekçe verdim.  Ondan sonra, Şah Ahmet Dede olarak anılır. 7 tane evlâdı var. Çocukları hakkında şikâyetçi olduğunda intizar ettiği için, altısı bir felâkete uğrayarak vefat eder. Emir El Müminin kalır. Sultan Alaattin Keykubat, dayımızdır. Büyükannemiz, Sultan Alaattin Keykubat’ın bacısı Gevher’dir. 1422-23’lerde Keykubat, Şah Ahmet Dede’nin ziyaretine gelir. Burada bir hafta kalır. Gittikten sonra, bacısı Gevher ile epey bir mal, asker gönderir. (Şah Ahmet Dede’nin mesleği de çömlek, kaşık yapmaktır.1983’de devlet televizyonunda da bununla ilgili bir program gösterdiler.) Gevher yanında kalır, ama nikâh etmez. 

 

Geyikleri varmış. Sabah gider, akşam gelirlermiş. Bir gün der ki, “Gevher, şu geyikleri sağ”. Gevher sağmaya gidince, geyikler kaçar. Gevher ağlar. “Ya gözümün nuru, geyikler benden kaçtılar, ne yapacağım?”  Der ki, “Babanın evinden getirdiğin takıları, şu arkadaki yassı taşın altına koy, sonra geyikleri sağmaya başla”.  Gevher, takıları o taşın altına koyar, gelir Şah Ahmet Yesevi Dede’nin cüppesini giyer. Yanlarına gidince, geyikler sağılmak için birbirlerini itmeye başlarlar. İşini bitirir, gelir.  Şah Ahmet Dede, “Ne oldu? Sağdın mı?” diye sorar. “Sağdım gözümün nuru”. “Öyle ise git, elbiselerini, takılarını giy”, der. Gevher gider, bakar ki taşın altında envai çeşit mahlûkat var. Ağlayarak gelir, anlatır. 

Şah Ahmet Dede der ki, “Senin babanın soyunun kazancı budur, Gevher. Benim kazancım da bu çömlek ve sırtımdaki hırka... Hangisini kabul edersin?” Gevher der ki, “Ya gözümün nuru, babamın saltanatını, malını gözümle gördüm, kabul etmem.” Bunun üzerine nikâh yapar. 7 tane çocukları olur. Bir kocakarının intizarıyla, altısını bir kazan suda yıkar. “Ya gözümün nuru, Emir El Mümin’i vermiyorum.” der ve bir çocuğu onda kalır. 

 

Biz, Emir El Mümin’den geliriz. Üçüncü torunu, Sultan Kara Şeyh’a gelir. Yesi Hükümdarı Şah Hatâyî Hazretleri gelir, Sultan Kara Şeyh’ı ziyaret eyler. Bir hafta da köyümüzde kalır. Onların yerine biz, “Şah Yurdu” derdik. Eski harmanlık gibi yerin etrafını taşla çevirmiştik. Hatta, insanlar gelir, orada dilek dilerlerdi. O da Karakaya Barajı’nın azizliğine uğradı, yok oldu. 

 

Ondan sonra, aradan 43 göbek geçer. 43 göbek sonra, Teslim Abdal Hazretleri zuhur eder. Savaşlara katılır, dünyanın her yerini gezer, Derviş Ali’den, çok evliyalar zuhur eder.  Başta, televizyonlarda dinlendiği gibi, “Cehennemde dal, odun yoktur. Herkes ateşini kendiyle götürür.” Bu, Derviş Ali’nin sözüdür. Onun amcası Derviş Muhammet, atla defalarca Kerbelâ’ya gidip gelmiştir.

 

Köyümüzde çok büyük ulemalar yetişmiştir. Bir cenazeden döndüğümüzde, 18 yerde Kur’an okuduğuna şahidim. Böylelikle nesil çoğalır. Çok büyük kişiler çıkar. Girit Savaşı’nı kazanan kumandan Hacı Mustafa, ceddimizdir. O zamanlar, dokunulmazlığımız vardı. Devlet bizden bir şey de almıyordu. Sultan Hamit döneminde, bizimkiler müracaat ederler, derler ki “Biz Türk çocuğuyuz, Seyid-i Saadetiz. Devlet yönetimine gireceğiz.” Devlet yönetimine girerler. Bu arada Halep’ten 10 kuruş kömür parası vergisi konulur. Ceddimiz Kamber Ağa der ki, “Bize nasıl kömür vergisi konulur? Biz her şeyden muafız” Buradan kalkar, 10 kuruş kömürü affettirmek için Halep’e kadar gider ve affettirir. Elimizdeki şecereler, beratlar, sinsilenameler de bunu vurgular. 

 

32 iklimin kazançlarının % 32’si Şah Ahmet Dede Dergâhı’na devlet vergisi gibi gelecek. O mübarek zat da, sabah-akşam aş kazanı kaynatacak, yoksullar, sağdan soldan gelen köylüler yiyecek. Bu, böyle devam etmiş, gelmiş ve sinsilenamede der ki “Şark-ı Garbı” Yani şark ile garba hükmedermiş. 80.000 Rum Eri, 90.000 Horasan Pîrleri gelir, kendisinden icazet alırmış. Bu, Hacı Bektaş Veli dönemine kadar sürmüş. Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin hem dedesi, hem hocasıdır. Tarihte bizim soyumuz budur. 

 

Bütün ocaklara saygım sonsuzdur. Yalnız hiçbir ocağın ziyaretine iki imparator gelmemiştir. Bizim ocağımızı iki imparator ziyaret etmiştir. Biz, Celal Abbas Evlâdıyız. Celal Abbas’ın oğlu Ahmet Tuğbi’den gelmeyiz. Soyumuz böyle devam eder. İstanbul’da, Malatya’da, İzmir’de, Mersin’de ve çeşitli illerde vardır. Sülâlemiz geniştir. 

 

Teslim Abdal kimdir? Eserlerinde neleri işliyor? 

 

Teslim Abdal Hz.’nin yetiştiği zamanlarda kıtlık, yoksulluk var. Ama iman, itikat bolluğu, Tanrı’nın nisan yağmuru gibi her tarafa yağıyor. Bilhassa, Alevi camiasında tarikatlar icra ediliyor, kısır cemleri yapılıyor. Dedeler, çöğürle (o zaman çöğür derlerdi, 9 telli bağlama) böğrüne vura vura, bu milleti buralara kadar getirmişler. Cumhuriyet ile Atatürk ile el ele vermişler. “Biz buralara kadar getirdik, bundan sonrasını Cumhuriyete teslim ediyoruz” demişler. 

 

Teslim Abdal’ın gezmediği, uğramadığı tarikat yoktur. 

 

Fadıllı Sadrazam İbrahim Paşa, onu rüyasında görür, kalkar, köye gelir. Bu çok u

 

Siz, dedelerle ilgili bir okul açılmasından yana mısınız? 

 

Dedeler için bir okul ya da bir kurum açılmasından yanayım. Cenaze kaldırmak için, cenaze dualarının öğretilmesi için, Kur’an öğretmek için böyle bir eğitime ihtiyaç duyuyoruz. 

 

Okul tatillerinde talebelere, evlerinde, vakıfta ders vermek gerekir. Okul gibi bir kurum açılması için çok geç kalındı. İnsanların ömrü kifayet etmez. Parmakla sayılacak bu kişiler de giderse, ortada kalınır. 

 

Değişik yerlerde, değişik cem ayinleri var. Ocaklara, bölgelere göre değişiyor. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? 

 

Doğal karşılıyorum. Dedeler gelememiş, cemleri babalar idare etmiş. Babalar da büyük emek vermişler, onlara minnettar olmalıyız. 

Bölgelere göre değişik olması da, sanıyorum bilgisizlikten... Ama buyruk bir, inanç bir, istikamet bir, dualar hep aynı yönde. Fakat, dede üç beş tel saz öğrenmiş de, bu sazın avâzıyla milleti idare etmiş... Ben buna müteşekkirim, ama bunların derlenip, toparlanıp, bir araya gelmesi gerekir. 

 

Türkiye’de tek tip cem olmalı mı? 

 

Tek tip olmayabilir, ama çok farklı da olmamalı. 

 

Muharrem orucu, her yörede değişik günlerde tutuluyor, buna ne diyeceksiniz? 

 

Şimdi çok mühim bir soru sordunuz. Eskiden bu bilinmiyordu, ama bugün takvim olmayan ev yoktur. Takvime bakarsın, Muharrem ayının birinci günü tüm Türkiye’de ve dünyada Muharrem orucuna başlarsın, takvimle de bitirirsin. 

 

Muharrem orucunda, hangi günü esas alıyorsunuz? 1’i ile 12’si mi (muharrem ayının)? 

 

1’i ile 12’sini esas alıyoruz.  Fuzûlî Divânı’nda, Cebrail Aleyh’üs-selâm “Vefasız ümmetler tarafından ciğer köşen Hasan zehirlenecek, Hüseyin doğranacak” deyince, Peygamber Efendimiz ağlıyor. O anda Hz. Ali Efendimiz teşrif ediyor, bakıyor ki Peygamber Efendimiz ağlıyor, diyor ki; “Ya gözümün nuru, ağlamanıza sebep nedir?” “Ya Ali, gizlemekte fayda yoktur. Karındaşım Cebrail, böyle bir sır getirdi”. Hz. Ali Efendimiz bunu öğrenince, ağlayarak eve geliyor. Fatimatül Zehra Anamız diyor ki; “Ya Ali, ağlamana sebep ne? Sen ağlayacak biri değilsin”. Fatıma Anamız saçına asılarak, sokak içinde ağlayarak, Peygamber Efendimizin hanesine geliyor. “Bir şeyler duydum, siz Ali’ye bir şeyler söylemişsiniz, bu ne derece doğru?” diyor. “Evet kızım doğru” “Ne zaman olacak gözümün nuru?” “Benden, senden, Ali’den Hasan’dan sonra” deyince, Fatıma Anamız saçlarına asılıyor “Hiç yasını çeken olmayacak?” diyor. “Kızım gam yeme, her Muharrem ayında, kıyamete kadar Hüseyin’in yası tazelenecek, sineler dövülecek, gözlerden yaş akıtılacak, saçlar yolunacak. Bunun için hiç üzüntü etme, kızım” diyor.

 

Buradan, bütün İslâm âlemine, bilhassa Alevilere sesleniyorum ki; ne kadar yüce makamınız olursa olsun, Muharreme hor bakmayın! Çünkü “Dünyanın iki cihanı Hz. Hüseyin Efendimizin parmağındadır” diyor. Bir de Fuzûli Divânı’nın 40. sayfasında, Abdullah Bin Suri’nin görmüş olduğu bir rüyayla bu ortaya çıkıyor. Muharrem orucu, öyle göz ardı edilecek, yabana atılacak bir ibadet değildir. 

 

Tek kurtuluş yolumuz, Ehlibeyt-i Mustafa ve Muharrem orucudur. Dedeler buna çok dikkat etsinler. Muharremin zayıflamasının sebebi de dedelerdir. Talipler, dedelerin oruç yediğini görünce, “Nasıl olur da dedeler yer, biz oruç tutarız?” diye günden güne orucun zayıflamasına neden oldular. Aslında, o dedelerden bunun hesabını sormak lâzım, zaten sorulur da. Şöyle sorulur; herkes ceddimiz için gözyaşı dökerken, bizim gözümüzden kan gelmeli. 45 seneyi aşkın, bizim evde kadın-erkek toplanırlar, kitap okunur. Matem ederiz. Ben o mateme gelenlere hizmet ederim “Aman dede, yaman dede, yapma dede, size can kurban... Siz, Hz. Hüseyin için buraya geliyorsunuz. Ben, niye sizin pabucunuzu düzeltmeyeyim?” derim. Hayatım boyunca titiz davrandım. 

 

Malatya’da büyüdüm. Tahmin ederim ki, yeryüzünde karıncadan bile hasmım yok. Kırgın olduğum kimse yoktur. Hayatım boyunca devlet kapısında bir küçük ifade vermemişim. İnsanlara, yasalara, topluma hep saygılı olarak hayatımı devam ettirmeye çalıştım. Her ne kadar 1341 doğumluysam da, bir yerde kayıt gördüm, 1339 doğumluyum, yaşım 76’yı buluyor.

 

Muharrem orucuna gelince; dedeler talipten önce başlamalı. Dedeler Muharrem ayında, beşer onar kişi toplayıp, bir sesi güzel adamın eline Kumru kitabını vermeliler. O millet okumalı, ağıt yakmalı.

 

Alevilik sönmez, yeniden yeşermeli, meyvesini vermeli. Çünkü bu, dünyanın, neslimizin sonu değil. Soy devam ediyor. Bu devlet neye inanacak? Devletine, milletine, kitabına, bayrağına sarılmalı. Öyle düşünmeliyiz ki; anadan doğduk askeriz, bu vatanı savunmak  için, kabre girinceye kadar kendimizi asker bilmeli, saygı göstermeliyiz. Bu vatan bizim, vatansız olmaz. Eğer gemi batarsa, hepimiz birden batarız.  Buradaki radyo ve televizyon konuşmalarımdan birinde, bir ordu komutanı telefon açmış, beni kutlamıştı. Emniyet müdürü de kutlamıştı. Bu arada sataşanlar da vardı, bir türlü muvaffak olamadılar. 

 

Günlerim iyi geçiyor, insanları seviyorum, çalışmayı seviyorum. 

 

Besteleriniz, kasetleriniz var. CEM VAKFI merkezinde büyük bir hazla dinliyoruz. O şiirler, deyişler bu aşktan, Ehlibeyt aşkından mı geliyor? 

 

İnsanın içinden geliyor, hemen kaleme sarılıyorum, yazıyorum. Meselâ; Abdal Musa’ya gitmiştik, birisiyle söyleşi yapıyoruz. Etrafımızı sardılar. Toplumun içinde genç, babayiğit kızlar var, dikkatle bana bakıyorlar, konuşmalarımı dinleyip, “Ne güzel konuşuyor. Keşke herkes bu kadar güzel konuşsa” dediklerini duydum. O anda içimden geldi, yazmaya başladım. Dedim ki; “Alınmayasınız, başka yöne yorumlamayasınız, siz benim kızımsınız” Başladım yazmaya... 

 

Kaçma dilber, kaçma, gel beri 

Sinendeki ırmaklardan ne akar?

İçenlere aşkını ilahi tutar

Birisinden abı hayat, birisinden bal akar. 

 

Bakışların aşkına can verir 

Aşk içinde damarlara kan verir 

Maşuk aşkına sitem ile can verir 

O pınarda can ile canan akar. 

 

Biçâre Kalender, sevdiğine seslenir 

Ilgıt ılgıt yaşlar akar, kirpiklerin ıslanır 

Garip Mecnûn Leylâ’sına seslenir 

Ağzı şeker, sinesinden bal akar. 

 

Kızlar hemen, “Dede yazabilir miyiz?” deyince, “Kızım, bu eski şiir değil, şimdi oldu. Yazabilirsiniz, ama önce kendinizi tanıyın. Sizin o sinenizdeki ırmaklar, zevk ırmağı değil, kudret ırmağıdır. O ırmakta veliler, nebiler kandılar, dünyaya nur saçtılar. Onu zevk ırmağı görenler aldanırlar, kızım. Siz yücesiniz, büyüksünüz, Allah’ın makul yarattığı nesildensiniz. Siz annesiniz, dünya kapısısınız.” dedim. Aldılar şiiri, yazdılar. Telefon numaramı da yazdılar. Hatta bir tanesi bana dedi ki, “Arzu edersen, ben İzmirliyim, çok zenginiz. Sana Malatya’ya özel araba göndereyim. Biz 70-80 haneyiz. Seni şöyle bir ay kadar misafir edelim, dinleyelim, senden not alalım. Gerisini bana bırak”. Dedim ki “Kızım, o gerisi dediğin, çok ağır oldu.” Dedi ki; “Biz senin dedeliğini tamamlarız.” “Benim ceddim dilenmemiş ki, ben de dileneyim. Allah bana da el vermiş, çalışır, kendi kendimi idare ederim” dedim, kızı da öyle teselli eyledim. 

 

Aniden aşk geliyor. 15 kıta bir şiirim var, sonunda “El aman” derim. Onu güzel sesli bir adam, bir kayalıkta okusa, samimi söylüyorum, kayalar feryâda gelir. Beste yapmak herkesin işi değil. O zaman bir varlık, bir doğuş, bir zevk duyuyorum. Mersin’den gelirken, otobüste denizin dalgalarını gördüm. Cebimde zarf vardı. Şoför bana, “Ne yapıyorsun usta?” dedi. “Ben Malatyalıyım, aklıma bir şey geldi de, not alıyorum.” deyince, “Hayır sen..."

 

Şu anda Malatya civarında yaşayan, sevdiğiniz dedeler kimler? 

 

Malatya civarında Hüseyin Dede, Gürgür Dede, Hıdır Dede, Celal Dede, Kaynım Mustafa, İsmail Dede ve naçizane ben varım. Yusuf Ağa’nın oğlu Rıza Dede, Tuncelili Nuri Dede, Ağuiçenlerden, Baba Mansurlu, Şair Vahamlı, Ali Seyyid Eli, Alvar’da Karik Musalı var. Kabak Abdal Evlâtlarından var; onların türbesi de var. Burada, bir hayli ocakzade var. 

 

Malatya’nın ilçelerinde, köylerinde, her yerde hâlâ yaşayan dedeler var. Dede köyünün % 80’i Zeynel Abidinlidir. İzoğlu Köyü de İmam Rıza Evlâtlarındandır. 

 

Elazığ yolunun üzerinde Şeyh Aşık vardır, Bağdat’ın Kelhı Mahallesi’nden gelen İmam Rıza soyundan Şeyh Mehmet Kahli Kelhi’dir. II. Murat, sefere giderken bakmış bir derviş, hücrede oturuyor. Dikkatini çekmiş. Selâm vermiş, gelip yanına oturmuş. “Aleyh-is-selâm, oğlum Murat” deyince, “Allah Allah! Benim Murat olduğumu sana kim söyledi, baba?” demiş. “Söyleyene bakma, söyletene bak” demiş. Bu, II. Murat’ın dikkatini çekmiş. Yemek vakti olmuş, oturmuş. Hanımına demiş ki, “Bir tava bulgur pilavı pişir, ayran getir. Ordunun atlarına da bir kalbur arpa, bir kalbur saman getir.” Bunları getirince, askerler gülmüşler. “Baba bu kaç lira?” “Oğlum, siz verdiğiniz kadar verin.” Askerler, bir kalbur arpayı, samanı doldurmuşlar, ama bir türlü bitmemiş. 

 

Bu da II. Murat’ın dikkatini çekiyor. Bir tabak yemek gelmiş, ama bütün asker doymuş, ayran bitmemiş. II. Murat “Baba Sultan, adın ne?” demiş. “Mehmet Kelhi derlerdi, şimdi Şeyh Aşık diyorlar”. “Ne istiyorsun benden? Kaç tane il istiyorsun?” “Ben onların hesabına düşüp, Allah'ımdan, Ehlibeytimden ayrı mı kalacağım? Yok, istemem.” demiş ve II. Murat ne kadar zorlamışsa, kabul etmemiş. Babanın duasını almış, yola çıkmış. Yolda attan düşmüş, ayağı kırılmış. Demiş ki, “Derviş bana beddua eyledi”. Geri dönmüş, karşısına getirmişler. Demiş ki “Baba Sultan, bana neden beddua eyledin?” “Murat oğlum, sen İslâm âleminin liderisin, ben senin payidar olman için dua eyledim. Gittiğin yerlerde zaferler kazanasın, diye dua eyledim. Sana neden beddua edeyim?” Mübarek, elini kırılan ayağına bir sürmüş, bir besmele çekmiş, arkasından bir ism-i azım duası okumuş. Sultan Murat yüz metre kadar koşmuş, bakmış ayağında ne ağrı, ne sızı, ne kırık kalmamış... Gelmiş demiş ki, “Baba ne istiyorsun?” “Yoluna git” demiş. Murat, “Hemen buraların tapusunu yapın, Babaya getirin” demiş. Tapusu yapılmış, babaya getirilmiş.

 

Dağlı, Abdal Musa’da doğmuş. Veysel Karani’de doğmuş. Ben oraları da gezdim. Türkiye’de pek az yer kaldı gitmediğim. O köyde de İmam Rıza Evlâtları var. 

 

Sizi de çok yormayalım ama “Hemen her yeri gezdim” diyorsunuz. Peki, bu kadar değişik ocaklar var; Malatya kökenliler, Tunceli kökenliler var... Baba Mansur, Ağucan, Kureyşan… Abdal Musa dedik... Pek çok ocak var. Peki, ocakların birbirine bir üstünlüğü var mı? 

 

Hayır, yok.

 

Ocaklar, On İki İmamlara bağlıdırlar. Dikme dedeler, babalara da değer verelim, her birinin ayrı bir yeri var, diyorsunuz, öyle mi?

 

Bir önemi vardır, ama seyitlik sınıfına giremez. Hizmetinin karşılığında, toplumun içinde itibar kazanır, saygı gösterilir, fakat seyitlik sınıfına giremez. 

 

Şecere, seyit olduğunu göstermek için yeterli mi? Yani bir kişinin dede olmadığı iddia edilse bile, şecere ona “Dede” denmesi için yeterli mi?

 

Hz. Ali efendimiz, bir tek cümleyle bunu vurgular; “Huyu olanın soyu olur” der. Eğer bir kişinin huyu yoksa, babasıyla, dedesiyle hiç öğünmesin. Çünkü; evvela sırra nebidir. “Babaya benzeyen evlât, babanındır. Babaya benzemeyen evlât piçtir” der. Yani hiç kimse soyuyla öğünmesin. Soy; büyük bir mertebe, yüce bir makam. Herkes huyuyla öğünsün. 

 

Hz. Ali buyurur ki; “Anadan babadan doğanlar, senin miras kardeşin, ama uzak bir yerden biri geldiğinde, huyu suyu sana benziyor ise, esas senin öz kardeşin odur” der. 

 

Hz. Hasan Efendimiz kan bağını değil, huyu öne sürer. Huyun yanında ilim, ilmin yanında hürmet olacak. Cemiyete, topluma ters düşen kimse olmayacak, kişi verimli olacak, ilimli olacak, seyitliğin manâsı budur. “Ben, şu soydan geldim” diye gurur yapmak, insana ne bir derece, ne de bir makam vermez. 

 

Meselâ; “Benim soyum daha üstün, benim ocağım daha üstün...” diyen dedeler var. Bunu yazanlar, söyleyenler var. Buna ne diyeceksiniz? 

 

Onlar gaflet içindeler. 80.000 Rum erleri, 90.000 Horasan pîrleri var. Kırklar, üçler, beşler, yediler var. On dört Masum-u Pâk, On Yedi Kemerbest var. Bunların biri diğerine karşı yücelik taslamamıştır. 

 

Bugün, Muhammet Hanifi Hz. Türkistan’da yatar. Kendisi, 80 bin halife yetiştirmiş. Hoca Ahmed Yesevi Hz. 90.000 halife yetiştirmiş, Hacı Bektaş Veli Hz. 36.000 halife yetiştirmiş, Hz. Ali Efendimiz, İmam Cafer-i Sadık Hz. 250-300.000’e yakın halife, yani âlim yetiştirmiş. 

 

Eğitmek, öğretmek, yetiştirmek için, bunların hiçbirisi kendisini diğerinden üstün kabul etmemiş. Alevilikte de en büyük sadakat; hürmettir, eğilmektir, turap olmaktır. Yani, “Ben falanın oğluyum, filanın oğluyum” dememek lâzım. Öyleyse, benim sinsilenamemde, “Şark-ı garp-ı” diyor. Ceddim Ahmet Yesevi Hz., şark ile garba hizmet ediyormuş. 

 

Bunu 36 Osmanlı padişahı tasdik etmiş, Atatürk tasdik etmiş. Onun yanında ben hiç benzemediğime göre, o davayı kılmaya ne lüzum var? Önce benzeyelim. Fadıllı İbrahim’in külâhını nasıl üç defa tavandaki toy yumurtasına vurduysa, ben de onu vurdurayım da ondan sonra Teslim Abdal’a sahip çıkayım. Doğan Bermek’e dedim ki; “Harun Reşit devrindeki Yahya Bermek’le bir bağlantınız var mı”. (Doğan Bermek ondan sonra “Bizim elimize bir baba daha geçti” demiş) Neyse, “Var dede, sen bunları okudun mu?” “Okudum, benim işim gücüm bu” dedim. Yani bağlantılı olabilir, soy oradan kalkar, buraya gelir. İnsanoğlunun durağı yoktur. 

 

76 yaşındasınız. Anadolu’da çoğu yere gittim, dediniz. Hacı Bektaş, Abdal Musa, Hamza Baba gibi anma törenlerine de gittiniz mi? 

 

Gittim. Gittiğim yerlerde de bu hususta izaha çalıştım. Engin oldum, turap oldum. Hatta Abdal Musa’da saat 14.00’de beni cemaate götürdüler ki, dedeler yeri hiç görmüyor, göğe bakıyorlar. Orada 4-5 profesör ve bir-iki de sanatçı kız var. Konuşmaya başladık. Sorular sordum. Beni götüren adam dedi ki, “Kalender Dede Malatya’dan geldi”. Soru soruyorsun, dede soruyu cevaplarken havaya bakıyor. “Niye havaya bakıyorsun? Mağrurun hasmı Allah’tır, daim göğe bakarsın, yeryüzüne indiğin yok, gökte bir şey buldun muydu, in sen?” Sonra o sanatçı kızın biri, “Dedeler ne oldu?” dedi. “Böyle bir şey insan için yaratılmamış. İnsan için, sevgi, turaplık, özveri yaratılmış. Kızım, gerekirse yerlere kadar eğilip, senin gibi hanımefendinin pabucunu bile döndürebilirim. Bu benim görevim, sen de hanımsın” dedim. 

 

Siirt’in Baykan Köyü’nde Veysel Karani’ye iki sefer, üç sefer Abdal Musa’ya, Abuzer Gaffar’a çok seferim var. Urfa’ya, İbrahim Hayrullah’a çok seferim var. 

 

Bu muhitten giden olmuştur. 7 Mart 1990’da İslahiye’den 35, Antep’ten 55 km. dağların üzerinde olan Hz. Ökkeş’e gitmişimdir. Büyük sahabelerdendir. Peygamber Efendimizin sağ omuzundaki nübüvvet mührüne Ehlibeyt’in dışında yüzünü süren zattır. Hakkında okuduğum için, kafaya taktım. Antep’te bir emniyet amiri vardı. Ben evlendirmiştim, bana “Baba” derdi. Ona sığınarak gittim, oraya kavuştum, yüzümü sürdüm.

 

Nereye gidersen git, bir keşmekeşlik var. 

 

Araştırmacı-Yazar Ayhan Aydın


Paylaş

Kommentar schreiben

Kommentare: 1
  • #1

    Nurullah Alphan İnan (Donnerstag, 18 Juni 2020 17:39)

    Allah makamınızı,arrtırsın Dedem.


Paylaş

@seyhahmeddedeocagi
@seyhahmeddedeocagi