Ahmed Yesevi Mülahazası

 

Munzur Dergisi’nin 37. Sayısı yayınlandı. Erdal Gezik’in “Alevi Ocak Örgütlenmesine Dair Saptamalar ve Sorular” başlıklı yazısı, Alevi-Kızılbaşların yaşadığı coğrafyalardaki ocaklarla ilgili, en azından bundan sonra yapılacak benzer çalışmalara kapı aralaması ve katkı sunması açısından, fikri tartışma mahiyetinde, önemli bir çalışmadır.

17 Aralık 2011 yılında Munzur Dergisi tarafından Tunceli’de yapılan “Tarih, Eğitim, İnanç ve Gelecek” sempozyumunda yaşanan tartışmalar, dergiye de yansımış durumda. O sempozyumda katılımcılardan Seyfi Muxundi, Ahmed Yesevi için bazı olumsuz ifadeler kullanmış ve buna mukabil Tunceli Cemevi yönetimi ve Tunceli Üniversitesi bünyesindekiAlevilik Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından yapılan açıklamalarla eleştirilmiş ve tepki toplamıştı.

 

Munzur Dergisi’nde Erdoğan YALGIN’ın “Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-i Veli, Dersimliler ve Iskalanan Gerçekler” başlıklı makalesi gene aynı tartışmayı devam ettirmekte ve Dersim inanç ve kültüründe (ve dolayısıyla Dersim Aşiretlerinin soy silsilesinde de) Ahmed Yesevi’nin yerinin olmadığını iddia ve ispata çalışmaktadır.

 

Yalgın çalışmasında her ne kadar ikincil kaynakları referans gösterse de, genişçe bir yazılı ve etnografik kaynağı dipnotlarında kullanmaktadır. Bunlara rağmen Yalgın bir gerçeği aramanın ötesinde, bir ön kabulü ispatlama gayretinde olduğundan hatalara düşmekten kurtulamamaktadır. Bu hataların başında ise, Desim coğrafyasındaki toplumun (en azından) beş yüz yıldır aldığı biçimsel transformasyon, yani değişimdir. Bu değişim en çok da inançsal temelde olmuştur. Bunun tarihsel nedenleri vardır: Beş yüz yıl boyunca kapalı bir coğrafyaya sıkışma, yazılı kaynaklardan yoksun kalma ve kurumsallaşamama, Osmanlı’dan (ve Cumhuriyetten) yediği darbeler neticesinde, Ehl-i Beyt öğretisi ile Sünni öğreti arasındaki zıtlığı derinleştirme ve Sünni inancı Türklük kavramıyla özdeşleştirerek, tıpkı karşı tarafın yaptığı gibi kendisinin de karşıt tarafı(ve onun inancını) sürekli düşman görme, içlerindeki gayrimüslim inançlardan etkilenme ve onlardan bazı motifleri özümseme, fakirlik cenderesi içinde temel bazı dini ibadetlerini bile yerine getirememe (örneğin aşure yapmayı bile maliyetli görüp erteleme), kılıç korkusundan ötürü dağdan şehre inmekten ve başta Bektaşi Dergahı olmak üzere Erdebil, Kerbela gibi ocaklarla temasa geçmekten sakınma, v.s.

 

Dolayısıyla sayın Yalgın’ın, dokuz yüz sene evvel Türkistan’da inzivaya çekilmiş ve Sünni tarikat yaşamına benzer bir yaşam sürdürmüş olan Yesevi’yi, 20. Yy’ın Dersim’inde araması (ve haklı olarak onu Dersim’de bulamaması), Desim’deki ocakların veya aşiretlerin Yesevi ile bir bağının olmadığını bize göstermez. Gene Yesevinin dedesinin adının Ömer veya Osman olması da bu gerçeği değiştirmez. Neticede bu isimler geldiği soya ait olan isimlerdir. Ömer ve Osman isminin kullanılmaması, esasen Kızılbaşlıkla beraber, yani Safevilerle beraber başlayan bir süreçtir. Ondan evvel özellikle Türk boyları arasında bu kadar katı bir ayrımcılık ve düşmanlık yoktur mezhepler arasında. Örneğin Karakoyunlular Sünni değil şia olmalarına rağmen dört halifeyi de sembol olarak paralarına basmışlardır.

 

Gene makalesinin sonunda Sey Qaji’nin “Welat Welat” deyişinden örnek veren Yalgın (Yalgın makalesinde bu beyit için Dewe Dewe demiştir), Sey Qaji’nin bunca Desim’deki ocağı sayarken Yesevi’den bahsetmemesini referans almaktadır. Oysa Sey Qaji sadece Desim’deki ocakları saymaktadır o deyişinde. Erdebil’deki, Kırşehir’deki, Türkistan’daki veya Kerbela’dakileri değil. Bu da yanlış bakış açısıdır.

 

Gene Yalgın, Yesevi motifinin ilk defa, Fuad Köprülü’nün 1919 yılında yazdığı “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı çalışmasıyla geniş kitlelere ulaştığını ve Jandarma Umum Kumandanlığı’nın da 1932 yılında hazırladığı raporunda bu çalışmayı esas alarak Yesevi söylemini Dersimlilerin önüne koyduğunu, daha sonra ki çalışmaların da aynı şekilde bu yanlışı tekrarlayarak bu resmi söylemi devam etirdiğini söylemektedir. Oysa Yalgın keşke birkaç Şıh Hasanlı yaşlısıyla konuşsaydı. Örneğin 1925 yılında idam edilen Dersim mebusu Hasan Hayri, 1921 yılında Meclis’te yaptığı konuşmasında, Yesevi’nin adını zikretmese de Şıh Hasanlıların önce Horasan bölgesinden ve ardından Malatya’daki Şeyh Ahmed soyundan geldiklerini ve Yavuz döneminde Ovacık tarafına göç ettiklerini söylemektedir. Çünkü ondan yaklaşık 200-250 yıl önce, Harzemiler Erzincan’da yenilip Desim dağlarına kaçmışlar ve Celaleddini Harzeminin mezarını Tüjik dağı’na yapmışlardır. (T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları Devre:1 Cilt:2 İçtima:2)

 

Ben, yaşlılarımızın ortak hafızasına itibar ederim. Birkaç yaşlıyı dinlediğimde aşağı yukarı neyin gerçek neyin tevatür olduğunu anlarım. Şıh Hasanlı Aşiretinin Bozku koluna mensup Baki Aydın, Seyyid Rıza’nın torunu (Bava’nın oğlu) Ali Ekber, Arslan Uşağına mensup yaşı doksan üzerindeki Munzur Erdoğan, Kırğanlı yaşı doksan civarı Süleyman Karataş, cem bağlayan Ahmet Yurtsever.. Bunlar şimdi aklıma gelenler. Gene yıllar önce konuştuğum ve hayatta olmayan Kureyşanlı Ali Tahsin. Bunların hepsi de Şıh Hasanların, Ahmed Yesevi neslinden olduğunu kabul eder. Bunların şeceresi de mevcut ama ne yazık ki hala saklıyorlar. Gene 1930’ların başında Erzincan valisi Ali Kemal bu gerçeği kabul eder. Cemal bardakçı ise, Şıh Hasanların Şeceresini gördüğünü söylemiştir. Hatta Seyyid Rıza’nın torunu, Seyyid Rıza’nın 18. Kuşaktan Ahmed Yesevi’nin torunu olduğunu söyler. 

 

Peki bunca sözlü tarih önümüzde dururken, bu inkarcılığın gayret ve amacı nedendir? 

 

Dersimli yaşlıların devletin resmi politikasıyla bunları uydurduğunu söyleyecek değilsiniz her halde. Yok böyle bir iddianız varsa da ben bu tartışmadan çekilirim.

 

Ayrıca Şıh Hasanlı aşiretleri Ahmed Yesevi’nin soyundan gelse ne olur gelmese ne olur. Nedir bu refleks? Eğer bu kadar inkar üzerine bir propaganda yürütülecekse, o zaman bunun ardında başka nedenler (belki siyasi) aramak elbette insanın aklına gelecektir.

 

Şıh Hasanlar artık ne 13. Yy’daki gibi bir yaşam ve yol sürüyorlar ne de öyle katı bir tarikat yaşamına dönme niyetleri vardır. Şayet Ahmed Yesevi’nin Türk olduğunu düşünüyor ve dolayısıyla Şıh Hasanlıların Türkleştirilmesine karşı bir ön tedbir olarak bunu ileri sürüyorsanız, buna da gerek yok. Çünkü zaten Yalgın’ın da çalışmasında belirttiği gibi ve gene yukarıda zikrettiğim tüm yaşlılarımızın da kabul ettiği gibi, Ahmed Yesevi, Hz.Ali’nin Rum bir kadınla olan evliliğinden doğan Muhammed Hanefi’nin soyundan geliyor(muş). Türk değildir. Bunu Türkçü tarihçiler de kabul ediyor, içiniz rahat olsun.

 

Sonuç olarak şahsen benim tek amacım, bir tarihsel gerçeği dile getirmektir. Arap olmuş, Türk olmuş veya kendi zamanında nasıl bir hayat sürmüş, bunlardan bağımsız olarak, sadece yaşlılarımıza, onların hatırasına ve yüzyıllarca inançları uğruna çektikleri acılara olan saygımdan ötürü, gerçeğin tahrif edilmesini kabul etmiyorum. Lütfen gerçeği yazalım.

 

“Ahmed Yesevi’nin neslinden geldiğini iddia eden yaşlılarımıza karşı verdiğimiz mücadelenin yarısını, lütfen, aslen Ermeni olduğumuzu iddia edenlere karşı verelim”

 

 

Mehmet Yıldırım


Paylaş

Kommentar schreiben

Kommentare: 2
  • #1

    Erdal GÜR (Montag, 13 Mai 2019 10:11)

    Güneş balçıkla sıvanamaz.

  • #2

    İrfan Aydın (Sonntag, 24 Januar 2021 10:57)

    Gönlünüze bereket üstadım. Harika ötesi canlı ve de ruhu olan bir makale oldu. Ruhumu ve gönlümü besledi. Rabbim Ehlibeyt yolundan ayrı koymasın � Hüseyni
    İrfan Aydın / 3.Göz Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni


Paylaş

@seyhahmeddedeocagi
@seyhahmeddedeocagi